26 Temmuz 2011 Salı

Aşk Teorisi:Kafa Travması Teorisi

Aşkın nasıl ortaya çıktığı bilim adamları tarafından araştırılıyor. Ama siz önce bir gelin benim teorilerimden birini okuyun. Nasılsa eğlenceli… Çürütmek istemeyecek kimse. Çürütemiyorsan inanacaksın o vakit.
En önemli teorim kafa travması teorisidir.
10000 yıl öncesinden bahsediyoruz. Meteor kütlelerinin atmosferden içeri girerken yanmadığı kaliteli zamanlardı o zamanlar. Meteorunu bile özledik mi ne evrenin? Neyse… O sıralar çok meteor düşermiş dünyaya. İnsanlar meteor yağmurlarından korunmak için mağaralara sığınırlarmış. Gökyüzünde meteorlar ışık olarak beliriverince kaçışır, mağaralara girerlermiş. E tabii, o zamanlar meteoroloji balonu, uydu gibi yanıltıcı cisimler yokmuş ki. Meteorsa meteordur. Kakaysa uçan dinozorların işidir. Neyse… Biri çıkar, der ki “ben kaçmayacağım, bakalım, ne olacak?” Kimse bu cesarete hayran olacak halde değildir. Zaten bunun adı bugünün şartlarına göre bile aptallıktır. Bırakırlar maceracı beyimizi yağmurun altına. Meteorlar deli gibi yere çarpmaktadır. Kahramanımız koşturup kaçmakta ve her meteor sıyırmasına sevinç çığlıkları atmaktadır. Sağanak yağış dinmiş, meteor ufak ufak atıştırmaya başlamıştır. Kahramanımız bir süre sonra dindiğini sanarak durur. Ancak son kalan taşın kafasına isabet etmesinin ardından kendini yerde bulur. Ölmemiştir. Ama baş dönmesi ve şiddetli baş ağrısı hissetmektedir. Zar zor ayağa kalkar ve etrafına toplanmış diğer insanlar arasından bir kadın görür. Yarı açık bilinci ona güzel sözler söyletmektedir. Kadının omurilik soğanını gıdıklayan bu sözlerle adına şimdi aşk dediğimiz bir duygu filizlenmeye başlar. Meteor yağmuru erkeğin genetik yapısını bozmuş, o güne kadar “uçana kaçana” olan ilişki durumunu, “bilmem kimle ilişkisi var” olarak değiştirmiştir. Kahramanımızın âşık olduğu kadınla geçirdiği muhteşem geceye imrenen erkekler de artık meteor yağmurundan kaçmamış; yağmur sonrası eş seçmece seremonisi bir ritüel olarak uygulanmaya başlanmıştır. Ancak her erkek o kadar şanslı olamamış, çoğu oracıkta telef olmuştur. Bu da tarihin ilk aşk uğruna ölümleri olur. Bilinmelidir ki aşk tarihi o günlere çok şey borçludur. Olmalıdır.
Artık insanlar âşık olmak için meteor yağmuru beklemeyecek, ama her yıldız kayışını (ki aslında pek çoğu meteor yağmurudur) aşk malzemesi haline getirecektir. Sevgilisi olmayan kadınlar veya erkekler her meteor yağmurunda yeni aşklar dileyeceklerdir. Her güzel kadına güzel söz söyleme arzusu, her güzel söz duyan kadının omurilik soğanında vuku bulan gıdıklanma o günlerden gelen genetik kodlanmanın sonuçlarıdır. Ancak her güzel söz söylediğiniz kadın da size âşık olmaz; kiminin omurilik soğanını gıdıkladığınızda size tokat atabilir. O da başka bir reaksiyondur ve bu da başka bir araştırma konusudur. Diyorum. Dedim.
Bu teori de burada biter. Haydi, çürütün.

24 Temmuz 2011 Pazar

Ekmek Lazım

Sabah gözlerimi açtığımda şaşkınlıkla tavana bakmamın sebeplerini araştırmalıyım. Ama bu konuyu bilinmez bir tarihe erteleyeceğim. Asıl konumuz “ekmek parası…” Ekmek parası ve onun ardından pek çok şeyin parası… Çok küçükken, ama o kadar da küçük değilken (ya da pek çok şeyin farkında olacak kadar büyükken) zengin olmayı hedeflememiştim hiç. Hayallerim gerçek olsun da az parayla da olsa geçinirim, derdim. Çocuk aklı işte… E be evladım, o hayaller gerçekleşirken internetin altı harıl harıl yanıyor, ocakta kahve suyu eksik olmuyor, cebinde nakit olmadığı için bankaların sana vermek için sıraya girdiği kredi kartlarının cüzdanında sıralanmış ve limitlerine dayanmış olma ihtimali de yüksek… Kim ödeyecek bunları ve birçok şeyin faturasını? Daha sofraya bile oturmadık; o konuya hiç girmeyelim. Bak, küçücük aklınla zengin olmak istemedin, o dileğin gerçek oldu. Neyse iş işten geçti. Küçücük çocuğa daha fazla yüklenmeyelim.
Zaten kıt kanaat olsun, benim olsun bu hayat, dedim de müzik yapmaya başladım vaktinde. Yolunda gitti her şey çoğu zaman. Ama işte piyasa şartları da malum… Yok, ekmek kavgası meselesine girmeyeceğim. Bütün bunlar hakkında çok fazla paragraf geçirdim aklımdan son günlerde. Aklımdan geçirip belleğimin dağınık salonuna attığım paragrafları bir araya getirmeye çalışıyorum. Son zamanlarda her gün evdeyim. Boş durmayı sevmem. Sokaklarda olmaya alıştığım için olsa gerek evde camları açıp salon ve koridoru turluyorum. Çalışıyorum, yazıyorum derken bir de pek çok şeyi düşünüyorum aynı anda. Kafam çok yoğun… Nerden başlayacağımı bilemediğimden işlere, bir karmaşa yaşayabiliyorum. Ondan olabilir şu an “ ne diyor bu adam?” türünden bakışın canım okuyucu. Ama illa ki bir şeyler çıkaracaksın yazdıklarımdan.
Godot’u beklerken kapının çalması, gelenin apartman görevlisi olması… “Ekmek lazım mı hocam?” diye sorması ve benim yeniden gerçek hayata dönüşüm… Evet, ekmek lazım… Ekmek, sabun, tıraş bıçağı, yumurta, süt, DVD, kitap, conta… Ama önce ekmek… “Evet, Mehmet Abi, alayım” Mehmet Abi’nin beni müzik hocası zannetmesinin neticesinde (kendi müzik hocası değil; genel…) bana hocam demesi, ama benim onu abim sanmadan, ona abi demem ayrı bir çelişki… Gerçek hayata döner dönmez gereksiz konularla kafamı meşgul etmeye başlamıştım bile.
Hayatımda olan biten şeyleri bir roman kurgusuyla yazmaya kalksam sıkıcı bir şeyler çıkar herhalde. Ama hayatımdan kimi kesitler, bir romanın içerisine yerleştirildiğinde romana renk katabilir. O yüzden hayatımın tümünün bir romanını yazmak istemem. Ama kısacık öykülerimi tek tek önce paragraf haline getirip bir kurguyla romanlaştırırım. İnan canım okuyucu, ruhun bile duymaz hayatımın kısa öykülerini kurgulayıp romanlaştırırken…
Bir hayattan yüzlerce roman çıkacak, diye sevinmiyor değilim. Ama önümde okunacak o kadar kitap var ki, çıldırıyorum. Bunları sana yazarken diğer tarafımda üst üste en az dört kitap duruyor. Neden? Birini seçip okumaya başlayacağım da ondan. Evde olmanın en güzel yanlarından biri benim için. Ama bu evde olmayı sonsuza kadar sürebilir kılmıyor, tabii. Bir oturuşta kalın sayılabilecek bir kitabı yarılamadan kalkmadığımı düşünürsek bunu sağlamasından memnunum söz konusu durumun. Ancak en başlarda bahsettiğim “zengin olma” meselesine dönmeliyim, ister istemez. Şimdi biraz para kazanmak için çalışmalıyım. Her şey bir tarafa bu kitaplar suyunu çektiğinde yenilerini almak için para lazım. Sözün kısası; yıllar yılı, bu kadar boş kafalı zengin adamın olduğu yerde zengin olmaya tenezzül etmemiş ben, e- posta kutuma gelen kredi kartı ekstreleri ve e olmayan- posta kutuma sokuşturulan faturaların rakamlarını topladığımda, fatura olarak karşıma çıkmayacak diğer giderleri de düşündüğümde biraz zengin olmaya tenezzül etmek zorundayım. Bu gereksiz derece uzun cümle için özür dilerim okuyucu. Bir de sözün kısası, demişim. Yeni fark ettim. Ama “Tam olarak ne demek istediğini anlıyorum galiba” türünden bakışlarını görür gibiyim şimdi.
Son olarak buradan hayatımı programlayan sistem yöneticisine sesleniyorum. Çocukken “zengin olmak şart değil” diye özetlenecek düşüncelerimi çocukluğuma ver, emi?

İletişememek ve Ulaşamamak

Telefonla konuşurken ses seviyesini görüşülen kişinin uzaklığına göre ayarlayan adamlar vardır. Telefon icadına hâlen alışamamış yaş gruplarında görülse de genetik kodlamaya göre farklı yaşlarda insanlarda da görülebiliyor. Bizim apartmanda çoğu insanda var, mesela. Öyle ki üst kat daire ve yan dairenin sakinlerinin telefon konuşma sürelerini kayıt altına alabilirim. Bu sayede mobil ve sabit telefon şirketleri bu kişilerin görüşme sürelerini bana ulaşarak teyit edebilirler. Tabii ki bir ücret karşılığında…
Uzakları yakın eden telekomünikasyon teknolojisine rağmen, Van’daki akrabasıyla konuşan adam ekstradan bağırma gereği duyabiliyor. Otobüslerde daha sık rastlarım. Hatta bir keresinde otobüsün arkasında adam o kadar çok bağırıyordu ki, hattın diğer tarafındaki kişiye yönelttiği “Sami Dayı nasıl?” sorusuna, ben kendi kendime, sessizce “iyi, ellerinden öper” diye cevap vermiştim ister istemez. Yanımdaki teyzenin titreyerek zıpladığını fark edince de paniğe kapılmıştım. Meğer gülüyormuş. Gülümseyerek kendisine dönüp baktım; ancak bu iletişim burada bitmemişti. Bostancı – Taksim otobüsünün güzergâhı boyunca teyzenin gençlik yıllarından başlayan ve o otobüse neden bindiğine uzanan bir öykü dinlemeye maruz kalmıştım. Bunun sorumlusu ben miydim, yoksa arkada Van’daki akrabalarına seslenen adam mıydı? Bilememiştim. Levent’te inip yolculuğa metroyla devam etme kararı alarak teyzenin öyküsünü günün birinde roman yapmaya karar vermiştim. Trafik o kadar sıkışıktı ki kadıncağız bütün hikâyesini anlatabilmeyi başarmıştı. Muhabbet kuşu için Bostancı’da ballı yem bulamamıştı. O yüzden Taksim’deki kardeşinin evine gidip ondan ödünç alarak geri dönecekti. Normal kuşyemine bal karıştırmasını önermiştim, ama nafile… Gagasına yapışırmış kuşun. Otobüsten inerken yakınları uzak eden İstanbul trafiğine güzel bir argo cümle düşünmeden edememiştim tabii.
Hazır otobüsten konu açmışken, “otobüste ayakta kalmama mücadelesi” isimli bir belgesel geçiriyorum aklımdan şu an. İkili koltuklarda tek başına cam kenarına oturup etrafına şüpheyle bakan kadınlar hep olur. Araçta tek boş yer burasıysa oraya oturmam da kaçınılmaz olur. Ancak oturur oturmaz, kadının cam kenarına iyice yapışması ve normalde kapladığının yarısı kadar yer kaplama çabası, görülmeye değer bir manzara… Sanırsınız ki bir aralık bulup eriyerek otobüsü tahliye edecek. Ve bu endişe bulaşıcıdır. Potansiyel tacizci muamelesinin sessiz uygulaması beni de gerer. Ben de popomun yarısını dışarıda bırakarak oturmaya gayret ederim. Ancak ortada bir boşluk oluşur ve burası da potansiyel bir boş yerdir. Otobüsün şoförü her an dikiz aynasından bu boşluğu tespit edip ayaktaki bir yolcuyu buraya yönlendirebilir. O durumda iki seçenek var: Biri; bu potansiyel tacizci muamelesinin, kendimden şüphe etmeme neden olabilmesi. Bu da “Evet ya, tacizciyim ben” kararı vermem ve otobüste terör estirmem, demek olacaktır. İkincisi ve uygulayacağım seçenek derhal o koltuktan kalkıp bayrağı başkasına devretmektir. Çoğu zaman yolculuğun sonunu getirmeden birkaç durak önce de inebilirim. O da acil durum seçeneği… Çoğu şehir içi ulaşım çabam bu sebeplerden sonuçlanamamıştır. “Benden size zarar gelmez. Ben zaten sizin haklarınızı savunan bir insanım, hanımlar.” desem bu sorunu çözebilir miydim acaba? Bilemedim.
Şehirlerarası yolculuklarda yukarıda bahsettiğim sorunlar “bayan yanı” kavramı sayesinde çözülmüş gibi duruyor. (‘Bayan’ kelimesini kullanmayı sevmem, ama buradaki kavram bu, diye kullanıyorum.) Yine de bilet kesen kişi bir hata yapabilir. Otobüste bayan yanı koltuk istemiş bir kadınla yan yana denk gelinebilir. Öyle bir olay yaşamıştım üniversite yıllarında. Kadın otobüse binip yanındaki koltukta beni görünce “burada erkek var” diye muavine seslenmişti. İlk tepkim “kadınlar günü mü bugün?” olmuştu. Sanki hamamdı burası ve kadınlar günüydü. Ben de kurnanın başında yarı çıplak kafamı duruluyordum. Kadın dönüp bana çemkirmeye başlayınca zaten kafamdan aşağı kaynar sular boşaldığı için hamam hayalinden kurtulamamış olsam da kendisine bagajda yolculuk yapmayı önermiş, hiçbir valizin ona el süremeyeceğinin garantisini vermiştim. Üstelik benim valizim de yanımdaydı. (Valizimden şüphe mi ediyordum?) Muavin beni en arkada kendine ayırdığı koltuğa yönlendirerek durumu tatlıya bağlamıştı. Kadınsa iki koltuğu ortalayarak oturarak mutlu ve mesut bir şekilde yolculuğuna başlayacaktı. Bense peştamalımı ve hamam tasımı alıp şaşkın bakışlar eşliğinde en arka koltuğa doğru yürüyecektim. Her şey normale dönmüş olacaktı.
İlişkilerdeki iletişimsizlik ve bir türlü bir yerlere ulaşamama sorunları ve bunların travmatik yansımalarıydı bahsettiğim. Ama bitmeli artık bu yazı. Biliyorum.
Haydi bakalım!

Uygun Bir Kuleden At Beni, İn Aşağıya Tut Beni

Gece yapılan tren yolculuklarında kişisel olarak edindiğim izlenim, seyahat boyunca asla uyuyamıyor olmam… Hele ki gidiş-dönüş seyahatlerinde “giden mi uykusuz, dönen mi?” diye sorar dururum kendime. Bu sebepli uykusuzluklar, kronik yorgunluğa ve kalıcı bir uyku sersemliğine neden oluyor.
İşte öyle zamanlardan birinde, trenle dönüş seyrindeyim. Güneş doğuyor. Ve yine uykusuzluk içinde bu gece yolculuğu, gece uçuşuna dönüşüyor. Hiçbir kulenin umursamadığı bir pilotum artık. “Kule, iniş izni istiyorum.” Kule: “Aradığınız kule servis dışıdır. Size en yakın kulede Rapunzel ikamet etmektedir.”
Her kuleden iniş izni istenmez. Kimisi vardır, işte böyle Rapunzel tarafından yaşanan kuleler ki bu kulelerden tırmanış izni isteyebilirsin. “Rapunzel, saçlarını uzat!” Rapunzel’e de güven olmaz tabii ki. Yalnızlık, depresyonu; depresyon da saç güçsüzleşmesini tetiklemiş olabilir. O zaman da kendini yere yığılmış bulabilirsin. “Düşüş izni istiyorum”
Ya Rapunzel intihar ettiyse… Yok, biz bu kuleye de bulaşmayalım. Şahit yazarlar; bir de onunla uğraşmayalım uykusuz uykusuz. Zaten kulenin oradan yol geçecek, kule istimlâk olacakmış. Rapunzel’e de TOKİ’den bir stüdyo daire vereceklermiş. “Rapunzel, saçlarını uzat!” Rapunzel: “Otomatiğe basayım ben.”
Rapunzel’in kulesi de istimlâk olacağına göre tırmanış iznimiz de yanacak o zaman. Metropollerin kuleleri var ama bulutları delen. Onlar da hem suçlu, hem güçlü kategorisinde, havayla, güneş ışığıyla kavgalı… Hava ve güneş ışığı, zor bela imzalatır giriş belgelerini. Kimi zaman patron toplantıda olur. İşte o zaman bekle ki aydınlanasın, bekle ki soluyasın. “Kule, yaşama izni istiyorum.”  Kule: “Yaşamak için itaat etmelisin.” Haydi canım!
Bu kadar kule arasında bir de Kız Kulesi vardır ki ondan hiçbir şey için izin istemem. Karşısında çay içilir onun. Âşıklar ona bakar. O her güzel şeye izin verir. Ona bakarken uykusuzluğunu da unutursun. Sen O’nun karşısında çayını yudumlarken onun içindekiler de pahalı şaraplarını yudumlar. O kadar cilvesi de olsun ama. Bir de unutmadan… Galata Kulesi… Şehrimin güzel siluetinin önemli parçası… Karşıya geçince sana da uğrarım. Senin gölgende de soluklanırım azıcık. Pisa Kulesi eğilmiş ikinizin önünde, ben nasıl sevmeyeyim sizi?
Çok mu duygusallaştım acaba? Biraz da metropol kulelerine nispet yapar gibi oldu, ama o da bu yazının ana fikri olsun.
“Arkadaşım, sayıklıyorsun. Uyan!”
“Azıcık daha dinleyin canım siz de.”
Meğer uyumuşum da sayıklıyormuşum.